Yaşam

Neden bir gencin ölümü ya da Filistin davasının kaybı oldu?

8 Temmuz 1972’de Beyrut’ta bir evin önüne arabaya yerleştirilen sahte bomba sonucu iki kişi hayatını kaybetti. Ölenlerden biri Filistin’in en değerli yazarlarından FHKC’nin sözcüsü olan 36 yaşındaki Ghassan Kanafani, diğeri ise şu anda 12 yaşında olan yeğeni Lamees. Patlama meydana geldiğinde Kanafani, eşi Anni ve 9 yaşındaki oğulları Fayez ile birlikte evdeydi. Küçük kızları Leyla evin merdivenlerinde oturmuş babasının verdiği çikolatayı yiyor. Olay trajedi olarak değerlendiriliyor. Ancak bir çocuk için çikolata yerken babasının bedeninin gökten üzerine yağması bir trajediden ötedir. Bu, insan aklının idrak edemeyeceği Ortadoğu cehennemini anlatan olaylardan sadece bir tanesidir.

İsrail istihbaratı Mossad saldırıyı kendilerinin gerçekleştirdiğini duyurdu. Mossad, Tel Aviv Lod Havaalanı’na düzenlenen saldırıya misilleme olarak Kanafani’yi öldürdüğünü gizlemiyor. Kanafani, gazeteci, yazar ve sanatçı kimliği sayesinde Filistin halkının emeklerini geniş kitlelere duyurma olanağına sahip bir isim. Her ne kadar Mossad bu suikastın arkasında Lod Havalimanı saldırısının olduğunu söylese de gerçek bu değil. Bu İsrail istihbarat teşkilatının Kanafani’yi öldürmek için uydurduğu bir yalandır.

Suikast sonucu öldürülen Kanafani, Filistin halkının kurtuluş davasına sadık, aynı zamanda Marksist bir aydın olan Arap kökenli bir Hıristiyandı. Hedef alınmasının bir diğer nedeni de bu. Bu, İsrail Devleti’nin bir aydın şahsiyeti hedef alması ilk olmasa da en önemli olaydır. Çünkü İsrail-Filistin sorununa ilişkin “yazılarıyla” bir topluma yön veren bir kişinin öldürülmesi o dönemde pek de alışılmadık bir durum değildi. İsrail devletinin Filistin konusunda nasıl bir planlama yaptığı, bu suikastları neden gerçekleştirdiği önümüzdeki birkaç yıl içinde netleşecek. Kanafani suikastından yaklaşık üç yıl sonra İsrail-Filistin meselesinin barışçıl analizi için İbrahim Abu-Lughod, Edward Said, Noam Chomsky, Howard Zinn, İkbal Ahmet gibi saygın aydınlar taraflarla bir grup toplantı gerçekleştirdi. Röportajlardan birinde İkbal Ahmed, İsrail devletinin Arap yerleşimlerini boşaltmak için akıllıca planlar yaptığını söylüyor. Ancak onu ilgilendiren İsrail’in planları değil, Arapların nasıl bir strateji izleyeceğidir. 1975’te o ve Chomsky, İsrailli diplomatlarla görüştükten sonra Arafat ve kabinesi ile görüştü. Ahmet, yıllar sonra Filistinlilerle görüşmesinin ardından David Barsamian’la yaptığı röportajda Filistin tarafının durumunu şu sözlerle anlattı: “Göreceğimi gördüm. “Kendilerini İsrail’in yapabileceğinden daha kötü bir şekilde yok ettiler.”[1]

O dönemde yaşanan tartışmalar sonrasında siyaset bilimcilerin Filistin tarafına önerdiği fikirlerin aslında bir toplumun geleceğine dair değerli analizlerin geliştirilebileceği ama yok edileceği yıllar olmasına kim üzülür? Elbette o yıllar, “halk odaklı” siyaset yapan aydınların varlığının bir toplum için değerini bir kez daha gösteriyor.

‘Hangi İsrail’i bileceğinizi sorun’

1978 yılında İsrail ile Filistin arasında en kanlı dönem başladı ve Arafat’ın liderliğindeki FKÖ savaşı kaybetti. Filistin için kaybedilmiş bir savaşı en az kayıpla atlatmanın artık tek yolu var; masayı yeniden makul bir şekilde kurmak. Diğer siyaset bilimcilerle yoğun bir tartışmanın ardından Ahmet, Arafat’a ne yapacağını şu sözlerle açıklıyor: “FKÖ Lübnan’dan çıkarıldığında Edward ve Abu-ben, Lughod’la birlikte Arafat’ı görmeye gittik. FKÖ darp edildi ve Tunus’a geri çekildi. Arafat kaybolmuş ve bunalmıştı; O sırada beni dinleyecek durumda değildi. Mesela her zaman yaptığı gibi not alıyormuş gibi davranmadı. Silahlı mücadeleden vazgeçmek ve taktik değiştirmekten söz etmeye devam etmek için artık çok geçti. Artık taktik veya stratejiyi değiştirmeyeceklerdi; Ama her türlü silahlı mücadeleden vazgeçebilirlerdi. Ben de ona en büyük ihtiyacının gerçekten açık bir durum geliştirmek, tanınma kaygısını masadan kaldırmak olduğunu söyledim. İsrail devletini tanımakla hiçbir ilginizin olmadığını beyan edin; ama hangi İsrail’i bileceğinizi sorun. 1948’de İsrail mi? Yoksa 1947’deki taksim planında İsrail mi? 1948’de büyüklüğü üç katına çıkan İsrail mi? 1967 savaşında İsrail mi? İsraillilerin hayal gücü İsrail mi? Çünkü bugün İsrail, sınırlarını ilan etmeyi reddeden tek ülke ve Birleşmiş Milletlerin tek üyesidir. Ona ‘Sınırlarının nerede olduğunu bize söyle’ dedim. Gelin bu sınırları tartışalım… Bir Filistin devleti için öngördüğünüz en küçük sınır nedir? Belirlemek. Ben de ‘Bizim istediğimiz bu’ demesini söyledim. Fanatik Siyonistlerin kabul etmeyeceği, ancak dünyanın kabul edeceği ve makul İsraillilerin reddetmeyi göze alamayacağı geçerli, kabul edilebilir bir barış teklifi geliştirin. “İsrail’in güvenliği açısından halkın istediğini veren ama aynı zamanda Filistinlilerin adalet talebinde ısrar eden bir anlaşmadan başka hayal edilebilecek bir şey yok.”[2]

Ahmet’e göre yine ancak bu şekilde sofra kurulabilir. Ancak Arafat bu talebe yanıt vermedi. Sonrasında yaşananlar Filistin tarafında işlerin iyi gitmediğini gösteriyor. FKÖ yıllar sonra silahlı mücadeleyi bırakıp Ahmet ve onun gibi düşünenlerin safına geçtiğinde, İsrail Devleti zaten yayılmacı politikasına bir düşman bulmuştu: HAMAS. Bu köklü örgüt, yıllar boyunca İsrail Devleti için “faydalı” bir araca dönüştü. Bunu Marksistleri, liberal aydınları, sosyal demokratları ve Kanafani gibi birçok siyaset bilimci aydını ortadan kaldırarak yapıyor. Öyle ki Filistin davası İslamcı bir örgüt ile İsrail devleti arasındaki soruna indirgenmiştir. Dolayısıyla İsrail, HAMAS’ın ortaya çıkmasıyla birlikte sorunu insani bir olgudan uzaklaştırıp, İslamcı bir örgütle çatışma boyutuna indirgemektedir. Ne yazık ki bu çatışmalı durum Filistin davasının adım adım kaybolmasının en büyük sebebidir.

Belki bir komplo teorisi olarak düşünülebilir ama o dönemde Kanafani gibi farklı ideolojik kanallardan aydınlar ya da sorunu farklı bir akılla anlamaya çalışan kişiler sürece dahil edilseydi, Filistin sorunu başka bir boyuta taşınırdı. farklı kanal. Soruna buradan baktığımızda İsrail devletinin o dönemde neden bu suikastları gerçekleştirdiği daha iyi anlaşılıyor.

Kanafani gibi yazar ve düşünürlerin öldürülmesi bir davanın giderek kaybolmasında büyük rol oynayan olaylardan sadece bir tanesidir. İkbal, Chomsky, Zinn, Abu-Lughod gibi pek çok düşünür, Filistin’in 1980’li yıllarda İsrail’e karşı silahlı bir mücadele yürüttüğünü gerçekçi bulmuyor. Ama bunun yerine dünyanın kabul edebileceği makul bir şeyle değiştiriyorlar. Hatta davanın gerilemesinin ve kaybedilmesinin en önemli sebebinin Filistin’in bu yanlış stratejisi olduğunu söylüyorlar. Yanlış değiller; Filistinlilerin yanlış zamanda susması, yani yanlış zamanda silaha sarılmaları belki de bu gerilemenin en önemli sebebidir. Stratejik bir hatanın bir toplumu nasıl yok ettiğini adım adım izliyoruz.

Kanafani, çıkardığı el-Envar, el-Muharrir ve el-Hadaf gazetelerinde, yazdığı sayısız makalelerde, onlarca öykü ve romanda Filistinlilerin kendi hataları açısından ne tür hatalar yaptığını detaylı bir şekilde anlatıyor. Ölmeden önce söyledikleri ve yazdıkları Ahmet’in, Chomsky’nin ve Abu-Lughod’un söylediklerinden farklı değil. Filistin-İsrail sorununa ilişkin çizdiği yol haritası, kendisinden sonra bu soruna odaklanan dünyanın değerli siyaset bilimcilerine ışık tutuyor. Bunu başarmasının en önemli sebebi ise Filistin halkının acılarını dünyanın diğer acılı halklarıyla iç içe geçiren kozmik metinler yazmış olmasıdır. Karen E. Riley ve Barbara Harlow, Filistin Çocukları kitabının önsözünde Kanafani ile yaptıkları bir röportajdan alıntı yapıyorlar: “Başlangıçta Filistin’i başlı başına bir sorun olarak yazdım… Daha sonra Filistin’i insanlığın sembolü olarak gördüm.” “Filistinlilerin acılarını tasvir ederken, onları dünya çapındaki acıların sembolü olarak sunuyorum.”[3]

Bu bağlamda özellikle Güneşteki Adamlar, Kamptaki Silahlar, Oğlan Kampa Gidiyor ve Hayfa’ya Dönüş adlı uzun hikayeleri çok şey anlatıyor. Bütün bu eserler, insanların topraklarını terk etmesinin yanı sıra dil ve kültürün yok oluşunu da anlatıyor. Kanafani’nin edebiyat dünyasını birbirine bağlayan temel sorun, dünyanın onlara sırt çevirmiş olmasıdır. Bunu o kadar önemsiyor ki, edebiyatıyla, günlük gazete yazılarıyla, uluslararası medya kuruluşlarıyla dünyanın Filistin’e karşı duyarsızlığını dünya kamuoyuna aktarıyor. Dikkat ederseniz Ahmet, Chomsky, Abu Lughod, Said ve dünyanın birçok saygın siyaset bilimci gibi Kanafani de Filistinlilerin yaşadığı sorunun çözümünün dünyanın kabulüyle mümkün olduğunu söylüyor. Genç yaştaki bu öngörüsü ve ortaya koyduğu analizlere ilişkin fikirleri cinayetin temel nedenleriydi.

Yapılanlar, ödenen hiçbir bedel Filistin halkının yaşadığı zulmü dünya kamuoyuna taşımaya yetmiyor. Yazarın Güneşteki Adamlar adlı romanı bu yalnızlığı anlatıyor, kitap Filistinlilerin yaşadıklarını dünyaya anlatamamanın öyküsü.

Irak’ta sürgünde yaşayan üç Filistinli, kazançlı iş imkanlarının bulunduğu Kuveyt’e yasa dışı yollardan gitme planları yapıyor. Kendilerini Kuveyt’e götürmesi için bir şoför ayarlıyorlar, buldukları su deposuna biniyorlar ve yola çıkıyorlar. Su tankını kullanan dördüncü kişi ise 1948 yılında patlayan mermi kovanı nedeniyle hadım edilmiş ve küsmüştü. Yolculuk iyi geçmesine rağmen sonunda sürücü gözaltına alınır ve tankta bekleyen üç arkadaş, yakıcı güneşin altında endişeyle onun için bekler. geri dönecek arkadaş. Üç arkadaş sessizce su deposunda kurtarılmayı beklerler ama şoför geç kalmıştır ve geri döndüğünde artık çok geç olmuştur. Bu üç arkadaş kavurucu güneş altında su deposunda boğularak hayatını kaybetti. Umutla başlayan yolculukları trajediyle biter. Şoförün su deposunu döverek söyledikleri, bir toplumun kaderini ve dünyanın neden onlara sessiz kaldığını açıklıyor gibi: “Neden tankın yanlarına vurmadınız? Neden hiçbir şey söylemedin? Nereden?”[4]

Bu üç arkadaş ülkelerini terk etmeselerdi belki de bu trajik sonla karşılaşmayacaklardı. Kanafani, eserlerinde bu kayıtsızlıkta Filistinlilerin sesini dünyanın duymamasının yanı sıra halkının kendi topraklarını terk etmesinin de rol oynadığını söylüyor. Şunu özellikle vurgulamak istiyor; Ne olursa olsun ölüm anlamına gelse bile topraklarını terk etmemek Filistin davası için yapılacak ilk şeydir. Çünkü insanlar sahip oldukları topraklardan vazgeçtiklerinde ancak turistik amaçlı geri dönebileceklerini biliyorlar. Hayfa’ya Dönüş, tam da bu doğrultuda yazılmış, kendi halkının canını sıkan sert bir kitap.

Hayfa’ya Dönüş’ü incelemeden önce 1947-1967 yılları arasında hikayenin yazılmasına yol açan olaylara bakmakta fayda var. İngiltere, Birinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından Siyonistler ile Yahudi devleti kurmak isteyen Araplar arasındaki çatışmaları gerekçe göstererek mandası altındaki Filistin’den çekilme kararı aldı. İngiltere, Filistin’den çekildikten hemen sonra Filistin’in geleceğine ilişkin kararı, Arap ve Yahudi devletlerinin bölünmesini tavsiye eden Birleşmiş Milletler’e bırakıyor. İngiltere şehirleri terk ederken Yahudiler de bunu fırsata çevirip Arap yerleşimlerini ele geçirmeye başlıyor. 1948 yılında İsrail kendisini başka bir devlet olarak tanımış, bir yıldan fazla sürede yaklaşık 200 bin Filistinli ülkelerini terk etmiş, savaş sonunda ise yaklaşık 700 bin kişi mülteci durumuna düşmüştü. Bu mültecilerin çoğu Filistin’in Batı Şeria bölgesine kaçıyor ve oradaki kamplarda yaşamaya başlıyor. Batı Şeria da Ürdün tarafından ilhak ediliyor ve Filistinliler Ürdün yönetiminin bir parçası oluyor. Savaşın sonunda İsrail devleti haline gelen toprakların sınırları içinde 150 binden fazla insan kaldı. 1967 yılında İsrail Devleti ile Ürdün, Mısır ve Suriye arasında 6 günlük bir savaş çıktı. İsrail savaşı kazandı ve birçok Arap yerleşim yeri İsrail kontrolüne girdi. Bu savaşın ardından İsrail, 1948’de ülkelerini terk eden Filistinlilerin eski vatanlarını turistik amaçlı ziyaret etmelerine izin verdi.

‘TURİSTİK’ AMAÇLI GERİ DÖNÜŞ HAKKINDA MUHTEŞEM BİR HİKAYE

Kanafani’nin Hayfa’ya Dönüşü, 1948-1967 yılları arasında yaşanan bazı olayların bir araya getirilmesiyle yazılmış, ‘turist’ odaklı bu dönüşün çarpıcı bir öyküsü.

Filistin Çocukları – Hayfa’ya Dönüş ve Diğer Hikayeler, Gassan Kanafani, Çeviren: Seher Özbay, 221 sayfa, Otonom Yayıncılık, 2010.

Sait ve Safiye yıllar önce Hayfa’dan ayrılmış bir karı kocadır. Şehirden sürüldüklerinde yanlarına alamadıkları Haldun adında 5 aylık bir oğulları var. İsrail devleti Arapları Hayfa’dan sürmek için güç kullandığında Sait çarşıda, Safiye ise evdeydi. Sokaklarda şiddetli çatışmalar başlayınca İsrail askerleri planladığı gibi Arapları adeta kıyıya doğru sürüklüyor. Safiye sokağa çıkar ve kocasının akıbetini öğrenmeyi bekler. Ancak öyle bir insan seline kapılır ki bir daha geri dönme fırsatı bulamaz. Kocası Sait ile kıyıda karşılaştığında İsrail askerleri zor kullanarak onları bir tekneye bindirip Hayfa’dan uzaklaştırır. Karı-koca, oğullarının akıbetini bilmeden yirmi yılını mülteci olarak sürgünde geçirirler. İsrail devleti 1969 yılında “turistik” seyahate izin verince bu karı-koca eski evlerini ziyaret etmek için bir gezi düzenlemeye karar verdiler. Seyahat duygusal bir atmosferde gerçekleşir. Safiye ve Sait sondan Hayfa’ya girdiklerinde yabancı bir ülkede olma duygusu onları neredeyse boğar. Eski evlerinin kapısına vardıklarında bunu daha net anlarlar çünkü evin değişen zili ve değişen kapı adı artık kendilerine ait değildir.

“Sait parmağını zile koydu ve sessizce Safiye’ye şöyle dedi:

‘Zili değiştirdiler’ dedi.

Bir süre sustu, sonra ekledi:

‘Ve adı. Doğal olarak.”[5]

Kapıyı soykırım kurbanı Polonyalı yaşlı bir kadın açıyor. Hanım ile Sait arasında kısa bir diyalog yaşanır ve hanım uzun süredir onları beklediğini söyler. Sait ve Safiye, eski günlerin özlemiyle uzun süre değişmeyen evlerini üzüntüyle incelerler. Evden çıktıklarında tavus kuşu tüylerinin bulunduğu ahşap vazonun bile yerinde olduğunu görürler. Yedi tüyden ikisi eksik. Sait hanıma döner ve eksik olan iki tüyün akıbetini sorar. Hanımın cevabıyla oğulları Haldun’un hayatta olduğunu anlarlar.

“Bahsettiğiniz iki tüyün nereye gittiğini bilmiyorum. Hatırlayamıyorum. Belki Dov çocukken onlarla oynamış ve kaybetmiştir.

“Dov mu?”

‘Kesinlikle. Vurmak. ‘Adının daha önce ne olduğunu ya da bu seni ilgilendiriyor mu bilmiyorum ama sana çok benziyor.’”[6]

Bunu şaşkınlıkla öğrenen Sait, karısına döner ve ayrılmayı, oğullarıyla rekabet etmenin hatasını anlatır. Çünkü ona göre hiçbir şey doğru zamanda yapılmamıştır. Değeri ne olursa olsun toprağımızı terk etmemeliydik, diyor karısına. Safiye, “Ama biz onu terk etmedik. Bunu biliyor.”[7]

Sait’in cevabı açıktır: Yanlış zamanda terk edilen toprakların oraya geri dönme ihtimali ve değeri yoktur.

“Evet elbette. Hiçbir şeyi terk etmemeliydik. Ne Haldun, ne evi, ne de Hayfa! Benim Hayfa sokaklarında arabamla dolaşırken hissettiğim o berbat duyguyu sen de hissetmedin mi? Hayfa’yı tanıyormuş gibi hissettim ama şehir beni tanımayı reddetti. ben de aynı duyguyu bu evde, burada, kendi evimizde hissettim. bunu hayal edebiliyor musun? evimiz bizi tanımayı reddedecek mi? hissetmiyor musun? eminim aynı şeydir. Haldun’la olacak. Göreceksin!”[8]

Sait ve Safiye gergin ve şaşkın bir halde oğullarının eve gelmesini beklerler. Oğulları gecenin geç saatlerinde eve döndüğünde karı-koca beklemedikleri bir şeyle karşılaşır. Haldun ya da yeni adıyla Dov artık bir İsrail askeri. Sait, ilk başta evin yeni sahibinin kendilerinden şikayetçi olduğunu, güvenlik nedeniyle gelenin oğulları değil bir asker olduğunu düşünür ve hanıma sitem eder. Ancak evin sahibi gerçeği söyleyince Sait yıkılır ve Filistin’in kaderinin bu olmaması gerektiğini düşünür. Arkalarında bıraktıkları çocuklar bile artık Filistin’in değil İsrail’in çocuklarıdır. Kısa bir süre sonra oğulları gelir ve baba-oğul arasında yaşanan tartışma adeta Filistin’in kaderini özetler. Baba ve oğulun konuştuğu şey, kişinin, ülkenin, çocuğun, toprağın, dilin, aidiyetin ne olduğuna dair derin bir tartışmadır. Oğlunun babasına ve annesine söyledikleri, topraklarını terk etmenin yanlışlığını ve Filistin’in kaderini çarpıcı bir şekilde anlatıyor.

Kendisi de çocukluğunda mülteci olan Kanafani, hayatı boyunca mülteci olmanın ciddiyetini, evsizliği ve vatansızlığı anlatıyor. Bu nedenle hemen hemen bütün roman, hikâye ve köşe yazılarında ülkeyi terk etmenin yanlışlığını vurgular.

GÖZYAŞLARI MUCİZE YARAMAZ

Hayfa’ya Dönüş’te Haldun’a, yani yeni adı Dov’a, yaşadığı topraklardan ayrılmasının yanlış olduğunu anlatır: “Hayfa’dan ayrılmamalıydın. Eğer bu mümkün değilse, bedeli ne olursa olsun bebeği beşiğinde bırakmamalıydınız. Bunun mümkün olmadığını mı söylüyorsunuz? Yirmi yıl geçti! Yirmi yıl! Oğlunu geri almak için bunca zaman ne yaptın? Senin yerinde olsaydım sırf bunun için silaha sarılırdım. Bundan daha güçlü bir arzu olabilir mi? Hepiniz zayıfsınız! Zayıf! Geçmişe bakmanın ve hapisliğin ağır zincirleriyle bağlısınız! Sakın bana bunu sağlamak için yirmi yıl harcadığını söyleme! Gözyaşları eksik olanı, kaybedileni geri getirmez. Gözyaşları mucize yaratmaz! Dünyanın bütün gözyaşları bir araya gelse bile, kayıp çocuğunu arayan anne ve babanın bulunduğu küçük bir tekneyi taşıyamazlar. Yani yirmi yılını ağlayarak geçirdin. Bunu bana şimdi mi söylüyorsun? Bu senin aptal, kırık silahın mı?[9]

Hayfa’ya Dönüş yayımlandığında Arap edebiyatında haklı olarak saygın bir yer buldu. Kanafani’nin geniş kitlelere tanınmasını sağlayan bu uzun hikayesi, Filistin’in kaderi hakkında da çok şey anlatıyor. Bu romandan sonra kendisi gibi birçok gazeteci ve yazar, gazeteciliği bırakıp edebiyata yönelmesini istedi. El-Naqib, Ghassan Kanafani’nin Gizli Dünyası adlı eserinde, Men in the Sun’ın yayımlanmasından kısa bir süre sonra Kanafani’nin yazdığı ve arkadaşlarının edebiyatla ilgilenme davetini şu ironik sözlerle eleştirdiği bir mektubu aktarıyor: “Artık arkadaşlarımın gazetecilikle daha az ilgilenmem yönündeki tavsiyesi giderek sertleşiyor. Söylediklerine göre eninde sonunda gazetecilik benim sanatsal öykü yazma yeteneğimi yok edecekti. Açıkçası bu mantığı anlamıyorum. Bu, okuldayken duymaya alıştığım mantığa benziyor: ‘Siyaseti bırakın ve çalışın’ ve daha sonra Kuveyt’te ‘yazmayı bırakın ve sağlığınıza dikkat edin.’ Gerçekten okumakla siyaset arasında, yazmakla sağlığım arasında ya da gazetecilik ile öykü yazmak arasında bir seçeneğim var mı? Bir şey söylemek istiyorum. Bunu bazen günlük gazetenin resmi haberinde, bazen başyazı şeklinde, bazen de sosyete sayfasında küçük bir haber olarak söyleyebilirim. Bazen söylemek istediklerimi kısa bir hikayeden başka şekilde anlatamıyorum. Bahsettikleri seçim aslında var olmayan bir şeydir. Bu bana her okul döneminin başında çocuklardan köyde mi yoksa şehirde mi yaşamak istediklerini yazmalarını isteyen Arapça öğretmenini hatırlatıyor. Bu çocukların bir mülteci kampında yaşadıkları ortaya çıktı.[10]

Pek çok yazar ve karikatürist Kanafani cinayetini Lod Havalimanı’na düzenlenen saldırıyla ilişkilendirse de bunun temelini Kanafani’nin başkanlığını yaptığı gazetede çıkan, Filistin halkının talepleri, öykü ve romanlarında dikkat çektiği sorunlara ilişkin haberler oluşturuyor. Gazetede hem FHKC’ye hem de Filistin halkının taleplerine ilişkin net bir çizginin ortaya çıkması İsrail Devleti’nde ciddi rahatsızlık yaratacaktır. FHKC ve Filistin halkının talepleri hakkında söylenen en ufak kelimenin bile terörle ilişkilendirilmesi, İsrail devletinin o dönemdeki zihniyeti hakkında çok şey anlatıyor. İsrail devleti, Filistinli militanları terör örgütü üyesi olarak görüyor, hatta bu konuda yazan aydınlar bile kısa sürede terör örgütüyle bağlantılı oldukları gerekçesiyle baskılara maruz kalıyor. Kanafani’nin FHKC’nin sözcüsü olduğu dikkate alındığında maruz kaldıklarının nedeni daha anlaşılır.

Evinin önünde patlayan cehennemi gören Kanafani’nin eşi Anni, durumu şu sözlerle anlatıyor: “Lamees’i birkaç metre ötede bulduk ama Gassan yoktu. Ona seslendim, sonra sol ayağını fark ettim. Fayez kafasını duvara vuruyordu ve kızımız Leyla defalarca ‘Baba, Baba…’ diye bağırıyordu. “Dondum.”[11]

Genç yazarın cenazesi Beyrut sokaklarında görkemli bir yürüyüşün ardından düzenlendi. Cenazenin önünde Kanafani’nin dokuz yaşındaki oğlu Fayez ve Kanafani’nin eşi Anni bulunuyor. Kanafani’nin naaşı gömülürken intikam yemini eden öfkeli kalabalık sessizce olup biteni izliyor. Karen E. Riley, ‘Ghassan Kanafani’nin Biyografisi Üzerine Bir Deneme’ başlıklı eserinde Kanafani’den bahsederken arkadaşı Fadıl el-Naqib’den şu alıntıyı yapıyor: “Filistin’in hikayesini yazdı, sonra da bu hikayeyi kendisi yazdı.”[12]

Al-Naqib’in Kanafani hakkında yazdıkları oldukça düşündürücü, çünkü hemen hemen her entelektüel Filistinli bu iyi şansı yaşıyor. Belki de mazlum bir toplumda yaşayan aydınların kaderidir; mağdurun hakkını savunurken mağlup olmak, mazlumun yanında mazlum olmak. Yazıları onu ölümsüz kılmakla kalmadı, aynı zamanda bir halkın bitmek bilmeyen acılarını kayıt altına alarak Filistin halkının yaşadıklarının hatırası oldu. Artık doğru soruları sorduğunu ve doğru cevapların peşinde olduğu için hayatını kaybettiğini biliyoruz. Bütün eserlerinde bunun izlerini bulmak mümkündür.

Kanafani 36 yıllık hayatına pek çok hikâye, makale ve roman sığdırdı. Bir edebiyatçı ve gazeteci nasıl böyle bir tehlike oluşturabilir? Bu soru şu şekilde de sorulabilir: Bir devlet bir insandan onu öldürmek isteyecek kadar korkar mı? Bu soruyu cevaplamak zor ama cevap, dünyanın diğer ülkelerinde neden birçok devrimcinin, düşünürün, yazarın, şairin ve siyaset bilimcinin öldürüldüğüne de ışık tutabilir. Bugün Filistin’den Beyrut’a, Suriye’den Nikaragua’ya, Türkiye’den Kolombiya’ya kadar pek çok ülke bu soruların yanıtını aramaya yol açan ölümlerle sarsıldı. Elbette Ahmet, Chomsky, Zinn, Kanafani, Abu Lughod, Said ve daha birçok siyaset bilimci, yazar ve düşünür bu soruların cevabını biliyordu. Bunu bildikleri için insanlara yapılması gerekenleri söylemeyi ve söylediklerinde ısrarcı olmayı görev saydılar.

Kanafani gazeteci, insan hakları savunucusu, yazar ve aynı zamanda halkının haklı talepleri için mücadele eden bir devrimciydi. Dolayısıyla Kanafani’nin öldürülme nedeni, halkının haklı taleplerini insani kanala taşıması ve Filistin sorununun tek bir örgütün, tek grubun, tek partinin işi olmadığını haykırmasıydı. Kanafani, Arap dili, kültürü ve edebiyatının yok olmayacağı bir ülke tasavvur etti. Belki de onun yaptıklarından ve yazdıklarından ders almak, benzer sorunlarla boğuşan birçok ülkenin sağduyulu aydınlarının önceliği olmalıdır.

[1] İkbal Ahmet, İmparatorluğa Meydan Okumak, David Barsamian’la Röportajlar, Zoom Kitap Yayınları, Çev. Utku Özmakas, S.35
[2] İkbal Ahmet, İmparatorluğa Meydan Okumak, David Barsamian’la Röportajlar, Zoom Kitap Yayınları, Çev. Utku Özmakas, S.37
[3] Gassan Kanafani, Filistin Çocukları, Otonomi Yayınları, Çev. Seher Özbay, S.33
[4] Gassan Kanafani, Filistin Çocukları, Otonomi Yayınları, Çev. Seher Özbay, S.13
[5] Gassan Kanafani, Filistin Çocukları, Otonomi Yayınları, Çev. Seher Özbay, S.85
[6] aynı eser. S.189
[7] Gassan Kanafani, Filistin Çocukları, Otonomi Yayınları, Çev. Seher Özbay, S. 198
[8]aynı eser S.198
[9] Gassan Kanafani, Filistin Çocukları, Otonomi Yayınları, Çev. Seher Özbay, s.210
[10]aynı eser S.13
[11] Gassan Kanafani, Filistin Çocukları, Otonomi Yayınları, Çev. Seher Özbay, S.17
[12] Aynı eser. S.17

* Bu yazı daha önce Kırık Saat dergisinde yayınlanmıştır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu